ERSİN ANTEP
Defter
Hayırlı mübarek Ramazan’da, alarmlı saat icat olunmamışken, yarı uyku sersemi “nerden buluyor bu lafları” diye düşündüren o davulcu var ya… Çeyiz almaya giderken, herkes şirinlik olsun diye “damat beyin etrafında iki elinin parmaklarını şıkkıdı şıkkıdı şıklatıp” dolanırken, bir yandan sağ diziyle desteklemekten uyluk kemiği uyuşan, sağ bileği tokmak sallamaktan kaskatı kesilen, buna rağmen etrafa gülücük dağıtan… Etrafındaki küçük kızların “başıboş bırakıldıklarında varacakları alternatif kişi” olarak görülen, halbuki evdeki Safiye ile iki kızancığın “kursacığını” düşünen kapkara yüzlü, eksik arka dişli, üst iki düğmesinin açıklığından kızarmış koynu görünen, belindeki kuşağın kan ter içinde bıraktığı,kimi yerlerde “alatura” denen bahşiş; o çalarken alsın diye yere atılan ve davulu bırakmadan alması kahkahalarla izlenen yarı köçek amca var ya…Bizde o çok sevilir ama çok da tiksinilir!
Askerden dönen yakın arkadaşıma sürpriz yapıp O’nu davul-zurnayla karşıladığımda ve hazır toplanmışken tüm arkadaşlar, “uğurlarken yapamadığımızı, karşılarken yapalım da biraz oynayıverelim” diye düşünüp evinin önünde soluğu aldığımızda; babası “ayıp olur” diyerek susturmuştu. Davulcu ile zurnacı birbirlerine “5 dakika için bak bu kadar kazandık aga!” mı demişlerdir, yoksa “hiç olmadı böyle! İşimizi yapmak da mı ayıp?” diye sormuştur bilemeyiz ama… Toplumsal bakışımızda onlarla da, onlarsız da olmadığı; kesin!
Halbuki yüzyıllar önce Orta Asya’da iç güdümüz gereği karnımızı doyurmaya çıktığımızda, üzerimize yağanın yağmur olduğunu öğrendiğimizde, bu işlerle ilgilenen ve göremediğimizi düşündüğümüz bir üstün varlık olduğunu anlamış ve davulun içindeki yüce ruhlarla ona ibadet edip, arayı iyi tutmuştuk.Sonra devleti, “o ruh korusun” diye olacak, başka bir devleti tanıdığımızda,güzide armağan olarak vermiştik. Anadolu’ya geldiğinde Selçuklular,sonra da Osmanlılar ile karşıda savaşılanın bilincini alt üst edecek güce kavuşturmuştuk. Eksik olmayalım;batıda gelişen senfonik orkestralara da naçizane katıvermiştik.
O arada ne oldu acaba? İş nasıl olup da; “şahsi eğlenme ve eğlendirme gereci” gibi yafta yemiş ve tukakalanmış? Zamanında zat-ı muhterem bir “insanşinas”ın “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Opera-Balelerin dahi kapatılmasını” istemesinin gereğini;o kurumların “fakir fukaranın ve garib gurabanın alın terleriyle ve esnafın köylünün vergileriyle oluşan yetimlerin, şehitlerin emaneti devlet bütçesinden şahsi eğlenme ve eğlendirme” aracı olarak açıklaması, unutulur gibi değildi.
Vaktiyle birileri düşünmüş, akıl etmiş,özel cenaze törenlerinde “evrensel ortak acı” misali, ortak bir müzikle; ruhlarını teslim eden merhumların ebediyete uğurlanmasında Chopin’in yazdığı marş kullanılmış. (Bizden Nedim Otyam ve Ahmet Yekta Madran ile İsmail Zühtü Kuşçuoğlu da yazmış,ancak bilinmemiş, uygun düşmemiş!) Gele gele, öyle bir güne denk geldi ki; bir “Kültür” Bakanı, köyde yapılan şehit cenazesi töreninde askeri armoni orkestrasını susturma marifetini gösterdi. Ve dedi ki; “Protokol ağırlıklı törenlerde,kentlerde askeri bandonun Cenaze Marşı çalması doğal olabilir. Ancak burası küçük bir köy ve insanlar acılarını yaşamak,evlatlarını tekbirler, dualarla son yolculuğuna uğurlamak istiyor. Buna saygı göstermek gerekiyor. Ben de insanların bu beklentisine cevap vererek gereğini yaptım ve bandonun marş çalmamasını istedim”.Anacığım da mı sussun? Yiğidi yatıyor, al bayraklı sandukanın içinde! Dökülüveriyor boğazından ağıtlar,hırıltıyla… Bacaklarını döve döve kendi ritmini de tutuyor. O müzik değil mi? Çaldırılmayan; “hoppaaa! Oturmaya mıgeldik?” müziği mi? Yani cenaze müziği, eğlence işimi? Bizim milletimiz neyin ne zaman yapılacağını bilir. “Erkân” denen bir şey var. Düğünde kırmızı kurdelası olmadan gelini evden çıkarmaya kalk bakalım, kaç kişi geçiyor önüne “öyle olmaz” diye. Görmezden gelmezler. Onlar bilirler, asker yürüyor önde, omuzlarında tüfekleri, gözlerinden içlerine akan yaşları… Askeri orkestra ağır ağır yürüyor ve hüzünlü bir eser çalıyor. “Çalmayın ulan” diye atlasın bakalım kendini bilmezin biri! İlk başta şehidin babası tutar kolundan, kenara çeker. Askeridir, oğlunun, yiğidinin yadigarlarıdır onlar. Dokundurur mu? Misafir görür ayrıca, densizliğe müsamaha eder mi, acıdan yaralı bilincine rağmen?
Ülkenin kültür-sanat kurumlarını yönetmiş,üstelik de mensubu olduğu bakanlar kurulunun başı ile sanatçıların arasını bulmak için onca çaba sarf etmiş bir “Kültür” Bakanı… O bile bunu yaptıktan sonra, bu ülkede müzik denince çoğunluğun “eğlence” anlamadığını kaç kişi öne sürebilir?
Ağustos ayı başında gelen şehit haberlerinden dolayı kimi belediyeler, düzenledikleri festivallerde konserler iptal etti. Birkaç yıl önce de ulusal bayram kutlamaları iptal edilmişti.Binlerce kişinin karşısına, ışık oyunları ve dev ses sistemleri ile çıkan şarkıcıların yer alacağı konserler; eğlencedir elbette! O solistlerin de itirazı var: “Diziler devam ediyor, şehit cenazesi geldiğinde konserler mi iptal olmalı sadece?” diye soruyor ve pek çok kişinin ekmek yediği hatırlatılıyor.
“Klasik müzik, Mozart” diye belli bir kesimin fişlediği, etiketlediği müzik türü de, aynı muameleyi görüyor. Ermenek’teki ihmalle insanımız toprağın altında suyla boğulduğunda, senfoni orkestrasının Cumhuriyet Konseri iptal edilebiliyor. “O senfoni konserlerinde, içeride kim bilir neler yapıyorlar?Benim paramla eğlenmelerini istemiyorum” diyebilenler; galip geliyor. Yunus Emre, Ermenek’le boğuluyor. O’nun kelâmının dev bir ruha dönüştüğü oratoryo, Saygun’un müziği örneğin; iptal ediliyor. İnsanımız Yunus Emre’yi dinlemesin diye! Çünkü Yunus Emre de “klasik müzik, Mozart” yaftası içinde boğuluyor.
Büyük bir toplumsal acıda,hayatta ve ayakta kalanların;yitip gidenlerin, geride bıraktıklarına, emanet canlar olarak bakmaları, sahip çıkması gerekir. Bir Uzakdoğu ülkesinde yaşanan olağanüstü doğa olayı sonrası desteğe giden ilk meslek grubu; kuaförlerdi. “İnsanların saçları temizlenirse,kafaları daha rahat eder” diye naçizane düşünmüşler, özellikle toplumsal ve bireysel psikoloji açısından pek iyi gelmişlerdi. Brecht’in “epik tiyatrosu”ndaki “yabancılaştırma etmeni”,insanın kendisine dışarıdan bakabilmesini de öngörür. İnsan, en sıkıntılı hallerinde kendisine dışarıdan bakabilir ve birtakım matematiksel çıkarımlarda bulunabilirse; zorlukları daha az sorunla aşabilir. Kitap okuyan, roman okuyan insan, daha büyük ruhsal dalgaların üstesinden gelebilir. Düşünebilmesi, onu güçlendirir. “Klasik müzik, Mozart” ile yaftalanma operasyonuna tabi tutulan “çok sesli teknikle yazılan müzik” de düşündürür. Yunus’u düşündürür, Köroğlu’nu, Kerem’i… O salondan kimse; yarı sarhoş halde ve “ay şekerim ne eğlendiiik, ne eğlendik!” diyerek çıkmaz.Bir başka edeple, ayrı bir dinginlikle çıkar. Bu mudur eğlence? Zordur anlatması da… Müziği, bir kültür, eğitim aracı gören az olduğundan;karşısında hep bir “sen eğlendiricisin arkadaş!” tribünü vardır. Ama anlatmayı bırakmamak gerek! O’nun sonsuzluğa nazire yapan uçsuz bucaksızlığını fark ettirmek, düşündürmek gerek! En azından; o bağrı kızarık, dizi ve bileği uyuşmuş davulcunun da; kültürün bir parçası olduğunu bilmeye ve öyle kabul edilmeye hakkı var.Diğer türlü, atalarımıza da saygısızlık olur.
Bir tane daha düşmesin gencecik bir şehit toprağa diye dualarımızı eksik etmeyelim ama; sonsuzluğa uğurlamamız gerekirse de imtina etmeyelim: Kuralım açık alanlarda dev konser alanlarını, seslendirelim Yunus Emre’nin eli öpülesi dizelerini… Haykıralım Saygun’un güçlendirdiği müziğini… Yorulmak yok, gerek var.
Opus / Sayı 18 / Ağustos 2015