KEMAL KÜÇÜK
Diapason
IV. Murat, Cem Sultan, Muhteşem Süleyman derken birden “Lale Çılgınlığı”çıkageldi Antalya Opera Sahnesi’ne. Tarihi kişilikleri operanın konusu yapmak, Barok dönemden beri çok revaçta. Yunan Mitolojisi yanında Doğuya ilgisi de o denli fazla ünlü bestecilerin. Vivaldi’nin Beyazit’i, Handel’in Timurleng’i, Verdi’nin Attila’sı ilk akla gelenler… Tabii üçüncüsü ile ilk ikisi arasında yaklaşık yüzyıllık zaman aralığı var. Buna koşut olarak da çok değişen bir opera anlayışı…Barok dönemin Da Capo aryalarıyla bezeli durağan sahneleme kalıplarından, romantik patlamalarla o günün seyircisinin gözüne giren, melodram kalıpları içinde yerlerde sürünen aşıklara uzanan bir süreç…Ama hepsinin ortak noktası, Trajik bir olay ve onun tarafları olan güçlü tarihi kişilikler…Bestecilerin konuyu bulduktan sonra Libretistten istedikleri, akıllarındaki genel müzikal fikirleri sahnedeki karakterlerle olayların niteliklerine uygun bir “lirik”le daha küçük parçalara bölüp “özelleştirmek” ve “sözelleştirmek!”. Bunu yaparken de söz ve müziğin anlamsal uyumunu olabildiğince gözetmek zorundalar. Ama 20. Yüzyılda işin içine yepyeni bir “sorun” daha giriyor: Sahneleme… Eskiden müzik yanında sahnenin de tek hakimi olan Orkestra Şefi, artık gücünü Sahne Yönetmeni ile paylaşmak zorunda… Ve artık sahnelemeyi öne alan güçlü librettolar kaçınılmaz! Baroktan, 19.Yüzyılın “Büyük Opera”sına yazılan onca başyapıtı bile günümüz insanına seyrettirebilmek için yepyeni sahneleme düşüncelerini devreye sokmak gerekiyor. Saydığım tüm tarihi konulu operalar, tarihi kişiliklere dayandığı ve Trajik olayları konu aldığı için, ama asıl bestecilerin sanatsal gücü nedeniyle günümüzde de izlenebiliyor. Bunun yanında, Saraydan Kız Kaçırma, ya da Zaide gibi tamamen hayali konularıyla günümüz insanı için son derece naif hatta çocuksu konuları içeren librettoya sahip yapıtlar, Mozart’ın müthiş müziğinin gücü ile istisna olarak ayakta duruyor; O librettoyu ortalama bir bestecinin müziği ile bu gün kimseye izlettiremezsiniz.
Peki biz ne yapıyoruz? 21. Yüzyılda, bir ikisi hariç, Tarihi konuların ardına sığınıp, son derece amatör, edebi yönü olmayan, sahneleme biliminden nasibini almamış, teknik olarak zorlama librettolar üzerine, “Opera müziği”nin temel kurallarını (dramatik müzikal kavramlarını) bile bilmeden yazılmış demode ve sanatsal olarak zayıf müziklerle Türk Operalarını çoğaltmaya çalışıyoruz. Ve Adnan Saygun’a, Nevit Kodallı’ya (Gılgamış bir başyapıttır) Ferit Tüzün’e ayıp ediyoruz.(Tabii Güngör Dilmen’e de)
Hollanda’dan Osmanlı’ya
Librettoyu yazan Şefik Kahramankaptan, tarihteki ilginç bir dönemi, Hollanda’da 1620’lerde yaşanan “Tulipomania”(Lale Çılgınlığı) ile İstanbul’daki Lale Devri’ni (Aralarında 100 yıllık zaman farkı olsa da) ilişkilendiriyor. Her sınıftan ve her meslekten Hollandalılar işlerini bir yana bırakıp nadir bir lale yetiştirip zengin olmak peşindedir. Lale borsasında, gelecek baharda açması beklenen, henüz ortada olmayan laleler için spekülatif satışlar yapılır. Bir Ev, ya da çiftlik fiyatına tek bir özel yetiştirilmiş cins lale satılır. Ancak bir süre sonra bu borsa çöker, spekülatif satışlar yasaklanır. Laleler para etmez olur. Bu konuda Türkçeye çevrilmiş, “lale Çılgınlığı” adında iki ayrı kitap var. Kahraman Kaptan, Türk- Hollanda ilişkilerinin 400. Yılı için, konjanktüre uygun bulup, iki ülkeyi birleştiren en önemli ortak değer lale olduğu için, böyle bir libretto yazıp, Opera geleneğinin tersine kendisi besteci arayışına girdiğini söylüyor. 1949 Doğumlu Gazeteci Şefik Kahramankaptan’ın bu sahnelenen ilk opera librettosu. İlki 1998’de ikincisi yeni sahnelenen iki bale librettosu var.
Bale librettosu ile Opera Librettosu arasında ters bir ilişki vardır. Opera bestesi Libretto üzerine; Bale librettosu ise çoğunlukla müzik üzerine yazılır. Üstelik, bale librettosu, koreografa yol gösteren bir kılavuz niteliğinde daha basit bir metindir. İş dramatik yapı ve “lirik”e gelince zayıflıklar Lale Çılgınlığında kendini gösteriyor. Yapıt, öncelikle opera türünü belirleyememiş. Libreto yazarı “Halk Operası” olarak belirtse de, opera Seria(ciddi opera) ile opera buffa (komik opera)arasında ortada kalmış. Konu seria için hafif, Buffa için yer yer ciddi. Besteci de müzikal anlatımda ortada kalmış. Ali Hoca, beğendiğim yetenekli bir genç bestecimiz. Tonal anlayışla ama samimiyeti olan, kişiliği olan bir müzik yazmaya çalışmış. Ancak librettonun izin verdiği dramatik yapı ve şiirsellik ölçüsünde!
Konu kısaca şu: Değerli eşyaları macera için çalan Fink Van Broot, Lale Borsası Başkanı, Van den Boyl’un bahçesinde “Büyük Amiral” adlı çok değerli bir lale büyüttüğünü öğrenir. Kızını kendine aşık eder ve davet edildiği gece içkilerine uyku ilacı koyarak, lale soğanını çalar ve kaçar. Ama aynı gün Lale borsası çöker ve kağıt üzerinde değerli laleler artık değersizdir. İkinci Perdede, Çaldığı Lale ile Fink Van Broot İstanbul’a gelmiştir! Burada da Lale devri yaşanmakta, kendi de lale yetiştiren Damat Paşa, Van Broot’u duyar ve adamlarına yakalattırır. Paşa, değerli bir lalesi olduğunu söyleyen Van Broot’un lalesini özel bahçesine eker. Baharda Lale açarsa Van Brood’un yaşamı kurtulacaktır. Van Broot Paşa’nın cariyesiyle aşk yaşar. Baharda lale açar ve hayatı kurtulur. Ödül olarak hem cariye ile evlenir hem de Bahçıvanbaşı olur!
Böylesine naif bir kurgunun içinde ne bir yan konu ne de girift bir entrika var. Ama iki kısa perde içinde zaman-mekan değişimi gerektiren 6 ayrı tablo var. Böylesine bir eserin şansı, Murat Atak gibi, iyi bir tiyatro rejisörüne teslim edilmesi olmuş. Atak, yaptığı eklemelerle bağlantıları kurmaya çalışırken, mekan ve olay değişimlerini, oyuncuları dondurup döner sahneyi çevirerek sağlamayı başarmış. Bir dramatik gerilimin çözümü olmayan, çocuksu finalde, lalelerin açmasını, danseden balerinlerle simgeleyip, “Büyük Amiral” adlı laleyi simgeleyen dansçıyı iyi bir buluşla tavana yükselterek, finali ortaokul müsameresi olmaktan kurtarmış. Çağda Çıtkaya’nın çok sempatik, hareketli ve hafif dekorları ile Nursun Ünlünün, pastel ağırlıklı iyi stilize edilmiş dönem kıyafetleri çok başarılı. Müzik, İlk perdedeki anlayışını, librettonun zorlaması ile ikinci perdede sürdüremiyor. Darbuka’nın da olduğu (ki o dönemde darbuka kullanılmazdı) bir alaturka zorlaması, gereksiz bir kontrast yaratıyor. Oysa çok daha soyut bir İstanbul esinlenmesi “Opera” anlayışına yakışırdı.Yine “lirik” in karakterler üzerine değil, hızlı geçen olay üzerine yoğunlaşması nedeniyle, tonal yazılmış bir yapıtta, akılda kalıcı bir arya yer almıyor. Lotte Rolünde soprano Burcu Kuru, Sadrazam Damatpaşa’da Bas Şafak Güç ve Ğülendam rölünde Ebru Kaptan, rollerine yakışan ses renkleri ve oyunculukları ile başarılılar.
Ancak, onca emeğe, içtenlikli müziğe, sanatçıların terine, iyi dekora, iyi rejiye karşın; tarih konulu opera yazmakla, tarihte kalmış bir anlayışla opera yapmayı birbirine karıştırırsak, Lale Çalgınlığı’ndaki gibi opera sanatı adına “çağ dışına” düşeriz. Hem de opera librettosu yazarlığı hâlen amatör düzeyde olan bir ülkede, çok fena düşeriz!
Milliyet Sanat / Mart 2013